11 Haziran 2016 Cumartesi

Thassos !

Çeşitli seyahatlerde, türlü gezilerde ve lezzetli sofralarda defalarca bulunduğumuzdan mütevellit böylesi ismi-cismi pek duyulmamış bir coğrafya beklentimiz pek düşüktü haliyle.
Ama öyle olmadı..

Bu defa farklı bir anlatım biçimiyle, günlük ayrıntılardan ziyade anlık keyif diyarlarına gireceğim, hanımefendiler ve beyefendiler ve güzel çocuklar; Thassos başlıyor..

Pek değerli hayat yoldaşım ile resmi takvime göre 5.yılımıza girmeye niyetlendiğimiz şu günlerde dudaklarından bir fısıltı ile başladı herşey; Thassos diye bir yer varmış, duydun mu sen hiç?

Hızlıca giriş yapıyorum, edebiyat değil aksiyon lazım;


Adaya ulaşım 3 yoldan sağlanıyor;

1-Arabayla gitmek; İstanbul-Thassos arabayla vapur dahil 6 saat sürüyor..
İlk kural - Aracınız için triptik belgesi ismi verilen araç sigortası yaptırıyorsunuz(60 euro-bunu tüm sigorta şirketleri yapıyor),
İkinci kural – Ehliyetinizi yeniletiyorsunuz, bunun için emniyet müdürlüğünde bazı işlemler yapmak gerekiyor.
Bu kadar, yanlış duymadınız, sadece bu kadar.
Eğer klasik ehliyetiniz varsa ve yeniletmiyorsanız yaklaşık 500 TL verip 15 günlük saçma sapan bir belge alıp ta sınırı geçebilirsiniz ama bunu seçmezsiniz herhalde. Yani ehliyetinizi yenileyin, paşa paşa gidin.

2-Otobüsle gitmek; Çok ekonomik ama zahmeti bol, bence hiç bulaşmayın. Zira adaya feribotla geçmek için en makul liman Keramoti kasabası, otobüsler burada sabah saat 04 civarı durduğu için şaşkın ördek gibi kalabilirsiniz.

3-Uçakla Selanik’e gitmek ve orada araba kiralamak; Belki maliyet olarak en fazla bu olabilir ama en güvenli ve en eğlenceli seçenek bu gibi duruyor. Gerçi maliyetler genel olarak gayet komik olduğu için rakam çok göz önüne gelmiyor. Bizim ehliyetlerimiz yeni olmadığı için ve yenilemek için prosedürler ile uğraşmak istemediğimiz için bu yolu tercih ettik.



Selanik havaalanı gayet küçük ve samimi bir alan, aracımızı teslim alıp yaklaşık 2,5 saatlik Kavala-Keramoti yolculuğumuz başladı. Kavala ortalama bir ege kasabası, alışveriş için pek uygun değil ama mola vermek için ideal bir yer, şehri baştan başa gezdik.



Kavala’dan Thassos’a günde yaklaşık 3 feribot seferi var ve uzun sürüyor ve oldukça pahalı. O yüzden daha önce araştırdığımız gibi direksiyonu Keramoti’ye doğru çeviriyoruz, 35 dakika sonra bu küçük kasabadayız ve neredeyse her saat başı olan feribota biniyoruz, deniz yolculuğu yaklaşık 30 dakika sürüyor-yolcu dahil 23 euro.




Bildiğimiz adalar gibi değil burası, yaklaştıkça adanın yüksekliği ve genişliği şaşırtıyor, filmlerdeki kayıp adalar gibi yüksek ve yeşil bir dağ. Limenas’a varıyoruz, burası adanın merkezi. Otelimiz Ocean Beach Hotel-Skala Potemias bölgesinde, doğu istikametinde 20 dakikalık yolculuk gerekiyor ama adaya ayak bastığımız an doğru yerde olduğumuzu anlıyoruz. 2 dakikalık yolculuk sonrasında devasa ağaçların oluşturduğu bir ormanın içinde kıvrıla kıvrıla ilerliyoruz, yol bizi yükseğe çıkardıkça basınç değişiyor, bitki örtüsü yeşilleniyor, içimize çektiğimiz oksijen daha bir anlamlı oluyor. Yolda 1-2 izleme noktası yada ağır tonajlı araçların trafiği yavaşlatma olasılığına karşın yol verme noktası yapmışlar, her birinde durup manzarayı izliyoruz, yalan yok-dehşete kapılıyoruz, olağan dışı görüntüler sunuyor bize tabiat.



Adanın bir özelliği var, çok gerekmedikçe betonarmeye izin yok!!
Harikulade bir yapılaşma neticesinde insanlar sadece kendilerine tabiatın verdiği ölçüde büyüklükte oteller-evler inşa etmiş, etrafa bir zarar yok, dengeyi değiştirmeye çalışan yok. Pek mutluyuz.
Otelimizi Stavros adında bir Yunan kardeş işletiyor, odalar temiz, kahvaltı yeterli, minibar gayet uygun. Odadaki balkona çıktığımızda işler değişiyor, ülkemizde böyle atmosferde bir balkonu olan odaları muhtemelen bin(1000) TRY’den aşağı vermezler. Arkamız, sağımız, solumuz yakın orman, önümüz zeytin ağaçları ve yaklaşık 500 metre yeşillik sonrası masmavi bir deniz. Adada ne yaparsanız yapın, gecenizin sonunu bu balkonlarda birşeyler içerek nihayetlendirin. Bambaşka bir keyif.

Yemek;
Simi Restaurant, Yorgo adında bir adam bizi “hoş geldin komşu” nidalarıyla karşılıyor, çok geçmeden kabak kızartması ve cacık ile Yunan tarihinin yazdığı en muhteşem uzoyla sarılmış şekilde buluyoruz kendimizi. Müthiş yardımseverler, hizmet kalitesi üst seviyede.
Kısa geçeceğim; mantar fırın ve kabak kızartma şahane, ahtapot, patlıcan biraz zayıf, uzo’nun en iyi hangisi deyince birkaç çeşit deneme fırsatı buluyorum, Babayari adını verdiğimiz uzo, yeryüzünde Rakı’ya en yakın ve en dokunaklı dost.
Gecenin kraliçesi sardalya ızgara. Asıl sürprizi hesap gelirken yaşıyoruz, özel bir tatlı ikramıyla birlikte komik bir hesap geliyor, detayını incelediğimizde hiçbirşeyin eksik yazılmadığını görüyor, üzülsek mi, sevinsek mi bilemiyoruz.
Bir başka akşam kalamar tava ve kabak köftesi ile başlıyoruz, thassos salatası ve uzo meze tabağı ile devam ediyoruz, porsiyonlar gerçekten çok büyük ve ciddi lezzetli, fiyat-performans üst düzeyde.
Birçok restaurant deneyiminden sonra solo’yu burada yapıyoruz, ahbap olduğumuz işletme personeline veda vakti bir merasim havasında geçiyor, uzolar-şaraplar öncesinde şefin tavsiyesi özel mevsim balık çorbası, harikulade bir karides ve musakka ile kapanışı yapıyoruz.
Yorgo ile görüşmek üzere.. Mutlaka bir yerlerde..









Taverna İrene, Potos bölgesinde olan yine tavsiye üzerine gittiğimiz bir yer, plajın hemen yanında bölge insanının şartsız yönlendirdiği yerdeyiz, bayan şef garsonla uzun müzakereler sonucu siparişler geliyor, feta cheese’li domates salatası, özellikle domatesler damak çatlatıyor, kalamar dolma hayretler içinde bırakıyor, ciddiyim, böyle muhteşem bir porsiyon bu fiyata ne gördüm ne duydum, alt tarafı biraz sert olmasına rağmen iç dolgusu özenle yapılmış, eriyor ağızımızda, güneşte kurutulan sundry ahtapotun çok sert olabileceği için normal bir ahtapot ızgara geliyor masaya ve o anda işler değişiyor, bu hayvana ne yapmışlar da böyle yumuşatıp lezzetlendirmişler anlamak mümkün değil, lokmaları yerken sanki vücut titriyor, kasılmalar oluyor, tüm marinasyon ile özdeşleşiyorsunuz, bu gerçekten açıkça hayatımda yediğim en olağan üstü ahtapot. Sonrası yok.



                                     



Taverna Elena, Panagia köyünde, oğlak çevirmesiyle ve kuzu sakatatıyla(kokoreç dahil) ün salmış bir mekan, yine gayet hesaplı ama yine alışılagelmişin dışında lezzet sunan özellikli bir restaurant. Oğlak etine çatalı taktığımda nefesim kesildi, evet mecburen oldukça yağlı ve gerçek et porsiyonun belki %30’uydu ancak o lezzet ve lokum gibi süt kokusu ciddi olarak söylüyorum ayaklarınızı yerden kesebilir, kokoreç standardın kesinlikle üstünde fakat komple sakatat getirdikleri için diğer kuzu sakatatı biraz yavan kalabilir. Birazdan anlatacağım köyün güzelliği ile birleşince bambaşka bir hikaye çıkıyor ortaya.




İçmek;
Adanın genelinde uzo-şarap-bira neredeyse eşit oranda tüketiliyor. Uzolardan Bapbatiannh(Barbayani), bira olarak Mythos, şarap olarak lokal tüm şaraplar diyebilirim, heryerde içilebilir ama plajda, restaurantta, balkonda hepsini yerine göre ve dozajında içmenin faydası var. Yeter ki radyoda Kostas olsun, Nikos olsun..


Ve Plajlar;
Porto Vathy. Söyledikleri gibi çok bozuk ve zahmetli bir yolu var, kiraladığımız kamyonvari aracımız herşeye dayanıyor, ama bu yolun birşeye değmesi lazım, ilk olarak önümüze bir cennet çıkıyor; 

Saliara Beach, 300 metre daha ilerliyoruz ve karşımızda efsane;
Marble Beach; manzarayı, kumu, denizi görünce ağlayacak gibi oluyoruz, adada mermer madeni çıkıyor ve bu mermer parçalarının ufalanmış taşlarıyla adanın doğal olan inci kumu birleşmiş ve olağanüstü bir plaj çıkmış ortaya, denizin bembeyaz dibi gözüküyor, herşey doğal akışında, nefes alıyoruz, insan ölümsüz olabileceğine bile inanabilir burada. Yeni bir tesis yapılıyor buraya, tuvalet-kabin-bar gibi ihtiyaçlar için gerekli tabiki, ve yolun da yapılması gerekiyor. Saliara beach için de bir tesis ihtiyacı çok net.






Marble Beach yoluna sapmadan hemen önce Makryammos Bungalov isimli bir tesis var, tavsiye üzerine buraya giriyoruz, girerken kişi başı 3 euro veriyoruz ancak sahilde şezlonga 7 euro daha isteniyor. Denizi ve kumu kötü olan buraya daha fazla prim vermeden uzaklaşıyoruz.

Adanın 90 plajının olduğu söyleniyor, bunlar arasında sadece denizden ulaşılabilen koylar da var tabiki, şimdi biz en janti tesise gidiyoruz, La Scala Beach. Burada herşey organize, yine samimi, güzel bir deniz, güzel minderli şezlonglar-şemsiyeler ve tabiki bedava. Bir içecek almak yeterli.
Maalesef yüksek denilecek bir müzik var burada, diğer herşey muhteşem.


Paradise Beach’e iniş yolu arabayla biraz zahmetli olsa da muhteşem bir kum ve keyifli bir plaj sizi bekliyor, tesis ve tüm imkanlar mevcut.


Aliki Beach adanın güney doğu tarafında, enfes bir koyda bulunan plaja yaya iniş yolu da bir hayli keyifli ve sürprizlerle dolu.


Psili Ammos adanın tam güneyinde Potos tarafında, tam keyfe keder bir plaj, tesisler-incekum-harika deniz yani aradığınız herşey mevcut burada, gülümsemek istiyorsanız doğru yerdesiniz..






Merkez-Kasabalar-Köyler;

Limenas; Adanın merkezi burası, Keramoti’den feribot buraya yanaşıyor ve hayat buradan başlıyor, Simi Restaurant-max 30 dakikalık mesafedeki onlarca muhteşem otel, birçok yeme-içme alternatifi, her yolun buraya çıkması, velhasıl kelam güneş buradan batıyor, beyaz şarap ile…



Limeneria-Potos; Adanın diğer merkez noktası, tam güneyde kalıyor, hiçbir kara bağlantısına yakınlığı yok, özellikle Potos kasabasının kesinlikle görülmesi gerekiyor, adaya özgü ve ada üretimi bal’lar reçel’ler burada cazip fiyatlara satılıyor, her çeşidini görebilirsiniz, hatta yol kenarında bir çam dibinde rastladığınız teyzeden gerçek hakiki kestane balı bile alabilirsiniz. Taverna Irene burayı zaten farklı kılıyor.



Panagia; Adanın diğer köyleri bir yana, burası bir yana. Çok ilginç bir detay var, adanın dağ kısmından bir şekilde gelen kaynak suyu bu köy bölgesinden fışkırıyor ve bunu engelleyemiyorlar, köyün neredeyse her yerinden fışkırıyor su, evlerini-kahvehanelerini-parklarını-çeşmelerini bu suya göre inşa etmişler ve oldukça mütevazi şekilde yaşıyorlar. Her evin yanından su yolu yapılmış ve oğlak ve kuzu yetiştirip bununla geçiniyorlar. Köyün görsel kudreti dışında bizlere daha yakın olan oğlak-kuzu lezzetleri üzerine de çalışmaları mevcut, kaldı ki sıradışı bir manzarayla bu köye varıyorsunuz, yani neresinden bakarsanız hayalinizdeki yaşam biçimi oluyor burası.
Hemen yanındaki Potamia köyü her ne kadar Panagia’dan daha kalabalık olup yine keyifli manzaralar sunsa da ve bitmek bilmeyen şirin yokuşları olsa da Panagia’nın gölgesinde kalmakta.





Selanik;
Dönüşte yine Selanik’e arabayı bırakmak zorunda olduğumuz için fırsatı kaçırmıyoruz tabiki, Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu evi ziyaret ediyoruz, , evin yanında Türkiye Selanik Büyükelçiliği mevcut, biraz da bu yüzden kapıda bir otobüs çevik kuvvet sürekli nöbet tutuyor, eve girdiğimiz an kendiliğinden dökülen gözyaşlarımızın ardından tüm detayları inceliyoruz, ...





Selanik bize 1970’lerin İzmir’ini çağırıştırıyor, yıkık dökük binalar, eski yapılar, kalabalık diyebileceğimiz bir nüfus, adım başı pastane, sahilde genç nüfusun şenlendirdiği bar’lar..


Mühim Not;
-Adaya yılın iki zamanı gidilir; 01 Mayıs – 15 Haziran arası yada 15 Eylül-30 Ekim arası.


Eğer yazın ortasında buraya giderseniz bu yukarıda yazdığım keyifli dakikaların neredeyse hiçbirisini yaşayamazsınız, bu çok net, burası çok bakir ve neredeyse yüzbinlerce insan buraya gelmek için can atıyor. Plajlar çok kalabalık olur, otellerde yer bulamazsınız, restaurantlarda lezzetleriniz eksik kalır. Deniz suyu sıcaklığı varsın soğuk olsun, ama keyfiniz daim olsun..

25 Nisan 2016 Pazartesi

Roma, Floransa, Pisa !

Aylardan Nisan, mevsim bahar, biz niye İtalya’ya gitmiyoruz, ne işimiz var burada?
Çok düşünmeye gerek kalmadan İstanbul-Roma uçağındayız. Amerika ekibine 1 adet dünya vatandaşı, 1 adet te junior ekleniyor ve 6 kişilik dev kadro romantik memleket Roma’ya giriş yapıyoruz. Problemsiz uçuşları ve kısa pasaport kontrolünü pek severiz biz, hızlıca havaalanından çıkıp UBER yardımı ile otelimiz olan The Church Palace’a giriyoruz. Cornelia metro durağına çok yakın olan otelimizin içinde büyük bir kilise var, çok ilgilenmiyoruz. İstikamet Vatikan..

1.gün
Bodoslama Vatikan Müzesine giriyoruz. Neredeyse küçük bir şehir büyüklüğünde olan müzede dönemin olağanüstü eserleri sergileniyor. Özellikle Michelangelo’nun eserleri büyüleyici. Saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyoruz. 






Müzeden sonra Vatikan ülkesine tam anlamıyla dışarıdan giriş yapıp San Pietro Bazilikasını ziyaret ediyoruz. Etkileyici bir atmosfer kesinlikle. 


Ve bu dakikadan sonra uzun yürüyüş maratonları tam anlamıyla başlıyor, ilk akşam durağımız Trevi Fountain yani Aşk Çeşmesi.







İki ekip arkadaşımızın hayatına damga vuracak bir sürpriz ile noktalalanan bu ziyaret sonrası kutlama yemeğine geçebiliriz. Kırmızı ışıklarıyla, şirin masa örtüleriyle bizi çağıran restaurantta karınlar doyuyor, şaraplar, türküler ve sonrasında Della Carita Bazilikasına kadar uzanan bölge ziyaretleri. Spagna Steps yani İspanyol Merdivenlerinin üst kısmı bakımda, ama alt tarafında hayat aynı hızda ve güzellikte devam ediyor. Otelimize vardığımızda vakit gece yarısı, biz yorgun ama mutlu..


2.gün
Bir gün öncesinde 36 Eur karşılığında aldığımız Rome Pass kartlarımız ile 3 gün boyunca hem istediğimiz kadar metro/otobüs kullanabileceğiz, hem de Collesseum dahil 1-2 müzeye ücretsiz girebileceğiz. Bu kartları gazete bayiine benzeyen bazı büfeler satıyor, yada Metro girişlerinde bazı ofislerde satılıyor. Bize İtalyan PTT’si satar dediler ama komik diyaloglardan sonra satılmadığını anladık.
Antik Roma başlasın artık.
Collosseum’da inanılmaz bir kuyruk, pass kartlarımız olmasına rağmen yaklaşık 30 dakika güvenlik amacıyla bekliyoruz. Genel anlamda bütün dünya olarak bir savaş içinde olduğumuzdan güvenlik aramaları daha bir özenli yapılıyor. Zaten Roma içinde tüm turistik noktalarda ve metrolarda silahlı askerler 24 saat nöbet tutuyor. 

                                      


Collosseum sonrasında karşı caddede Pizza molası veriyoruz, muhteşem bir chianti şarabıyla kalamar-karidesle, sonsuz zeytinyağı ve parmesan ile açık havada nefis bir öğle yemeği. 





Ardından Roman Forum’u baştan aşağıya dolaşıp yüzyıllar öncesi Romalıların yaşadığı toprakları öğreniyoruz. Toprak kokuyoruz, tarih doluyoruz, nerede olduğumuzun farkındayız, ürperiyoruz.






Kendimizi şımartmaya devam etmek için Michelin yıldızını ha aldı ha alacak olan Alfredo Restaurant’ta spesiyalleri olan Fettuccine yemeye karar veriyoruz. Enginarın 4 ayrı pişirme ve sunma şekilleriyle başlayan destansı merasim, fettucinelerin masamızda hazırlanmasıyla şölene dönüşüyor. Enginarlı risotto ve beyaz şarap harikulade. Tabiri caizse yıkılıyoruz. 





Ancak gün daha bitmedi, sırada koca İtalya’nın en meşhur dondurmacısı Giolitti var. Kendimizi durduramıyoruz.



3.gün
Tüm uzun yolculuklarımızı yer altı metrosu ile yapıyoruz, oldukça iyi işleyen bir metro ağı var Roma’da. Bu kez yolumuz Trastevere’de kurulan Parta Portese isimli sokak pazarı. Aklınıza gelebilecek her türlü şey var burada ve çok büyük bir Pazar, git git gerçekten bitmiyor, nefes almak için mola verdiğimiz pastane gibi yerde muhteşem bir İtalyan Birası içiyoruz, istikamet yeniden Aşk Çeşmesi. Burada yenilen yemeklerden ve hizmetten çok memnun kalmadığımız için burayı es geçiyorum, ama sıradaki durak Tiramisu cenneti Pompi. Roma’nın akşamüzeri rüzgarına kendinizi bırakın ve Pompi’nin merkezine yani Via Albalonga adresine gidin. 
Tekrar İspanyol Merdiveninden bu kez batı istikametine o güzel caddelerde uzun bir yürüyüş turu yapıyoruz ve istediğimiz mekana ulaşıyoruz, hakiki Alman biraları eşliğinde hakiki sosis cenneti.





Ekibin kanı kaynıyor, Roma bize yetmez Pisa’ya gidelim, yetmez Florence’ya gidelim nidaları eşliğinde kendimizi büyük tren istasyonu Termini’de buluyoruz. Ertesi sabah için biletler alınıyor, uzun bir gün bizi bekliyor.

4.gün
Sabah 4:45’te uyanıp Cornelia metro durağından Termini’ye 05:30’ta hareket ediyoruz. Metronun yolda bozulması, sabah sabah yeni metro beklemek keyfimizi bozmuyor, Termini’den 06:57 Roma-Pisa treninde yerimizi alıyoruz. 3 saat sonra Pisa’dayız. Şöyle  güzel bir Panini yapan yer ararken kendimizi Pisa Kulesinde buluyoruz, bu ilginç eğik kulenin yanıbaşında kule manzaralı bu güzel restaurantta tabiki pizza zamanı, güneş altında soğuk biralar ve hafif esen meltem eşlik ediyor bize. İtalyan ihtiyar garsonumuz pek tatlı.




Bu şehirde kule dışında pek bir numara yok, tüm caddelerini kısa zamanda geziyoruz ama çok gecikmeden Pisa-Florence treninde yerimizi alıyoruz. 1 saatlik yolculuğun ardından bu pek bir havalı şehrin kollarındayız.

Devasa Florence Duomo Katedrali, Aziz Giovanni Vaftizhanesi ve Davut ve Zeus heykelleri göz alıyor,




Maskot haline gelen domuz heykelinde paraları sürtüp dilekler dilendikten sonra o köprüdeyiz.




Ponte Vecchio köprüsü dönemin kralı tarafından halka karışmadan karşıya geçebilmek için yapılmış, lüks mağazalar tarih ile içiçe bir hale gelmiş ama bizim aklımız yine yeme içme derdinde. Gelateria Firenze dondurmacısında yediğimiz sanıyoruz ki dondurma değildi, başka birşeydi. Aklımızı alıyor bu detaylar.


Tüm şehri baştan başa yaya şekilde yaklaşık 4 saatte turlayıp finali çok aradığımız ve yıllardır beklediğimiz bir restaurantta alıyoruz. Quinarius Enoteca adındaki yerde makarna yemeli ve Le Cinciole şarabı içmeli. Bunu yapmalısınız. En azından hayatınızda 1 defa yapmalısınız. Biz yaptık ve gözümüz açık gitmeyecek. Vaktimiz olsaydı üçüncü dördüncü şişeyi de götürebilirdik, bilmem kaçıncı tabak lokum gibi etli tagliatelliyi, best of ravioliyi indirebilirdik.




Yüzlerde bir tebessüm ile Firenze Tren İstasyonunda İtalo firması ile 90 dakikada Roma’ya dönüyoruz. Bu tren çok keyifli, Wi-Fi – konfor – nezaket, ucuz bilet, hepsi burada.
4 gece 5 günlük Roma-Pisa-Floransa seyahatimizde yapılması gereken herşeyi neredeyse yaptık, kişi başı ortalama 65 km yaya şekilde yol yaparak, güzel hatıralar biriktirerek güzel bir yolculuğun daha sonuna geldik.

Genel anlamda kesinlikle kibar, romantik, şık, estetik ve bakımlı insanlardan oluşan bu topraklarda trafik kanunlarının uygulanış biçimi her ne kadar bize benzese de aslında bambaşkayız. Küçük şeylerden harikalar yaratıp, ellerindekini korumayı ve sevmeyi çok iyi biliyorlar. Pizza-makarna-peynir ve et konusunda fark yaratıp şarap konusunda çıtayı çok yükseltmişler.
Vespa’sına kurban olduğum insanlar.

Hayat size güzel.